top of page
Ahmet Ömer Yalçın Photography

Svalbard Adası
Lofoten Adaları'ndan Tromso'ya yaptığım uzun ve yorucu yolculuğun 2 gün sonrasıydı, iyice dinlenmiştim. İçinde Dünya'nın en kalabalık kutup ayısı kolonilerinin yaşadığı ve serbestçe dolaşabildiği Svalbard Adası'na gitmek üzere otelden ayrıldım.
Havaalanında uçağa yetişmeye çalışıyordum, pasaportumu kontrol eden görevlinin bana "Adaya gidebilirsin ama geri dönemezsin!" demesi üzerine anlık bir refleks olarak, aklımda hayatımın geri kalanını Svalbard Adası'nda geçirme düşüncesini değerlendirdim. Devamında, schengen vizemin çok girişli olmadığını, orada karakola gidip yeni vize almam gerektiğini söyledi. Svalbard Adası her ne kadar Norveç'e bağlı olsa da schengen alanının dışında kalıyor. Adada yaşama fikri de fena gelmemişti, hala da aklımda bu. Belki buzullara uzanıp kutup ayılarıyla beraber yıldızları ve kuzey ışıklarını izleriz, kola verince arkadaş olunuyordu bir reklamda : )
Uçağa bindim, sanki Dünya'nın geri kalanından uzaklaşıp başka bir gezegene gidiyormuşum gibi bir histi, huzur ve mutluluk vardı içimde. Uçak yolculuğu boyunca denizi, küçük adaları izledim ve fotoğraflar çektim, en güzeli Svalbard'ı gördüğüm andı.
Adaya ayak bastıktan sonra otele gittiğimde kapının dışında ayakkabılıklar olduğunu görmem beni şaşırttı. Sanki Türkiye'de sıradan bir eve ya da bir camiiye girer gibi ayakkabılar dışarıda çıkartılıyordu. İçeri girip bavulu odama bıraktan sonra tourist information binasına gittim. Oraya da içeriye ayakkabıyla girilmiyordu. O binada adayla, adada yaşayan hayvanlarla, yapılan safarilerle ilgili genel bilgiler veriliyordu, ekranlardan videolar gösteriliyordu. Bulunduğum yer Dünya'nın en kuzeyindeki sivil nüfusa sahip yerleşim yeri olan Longyearbyen şehriydi. Etrafı küçük dağlarla çevrili bir köy gibiydi aslında. Adadaki kutup ayısı nüfusu insan nüfusundan fazlaydı. Aklımda dağlardan birine çıkıp şehrin üzerinden geçmesini umduğum kuzey ışıkları fotoğrafları çekmek vardı ama oradaki görevli bana çok ciddi bir şekilde, şehirden ayrılmamın yasak olduğunu, rehbersiz hiç bir yere gidemeyeceğimi söyledi.
Tourist information'dan ayrıldığımda kendim bir şey yapamayacaksam 1 hafta nasıl geçecek burada diye düşünmeye başladım. Otele yaklaşırken biraz uzakta birini köpeğiyle birlikte dağa çıkarken gördüm ve otele gidip biraz dinlenmek yerine ben de çıkmaya karar verdim.
Biraz vakit alsa da dağın ilk tepesine çıkmıştım. Çıkarken gördüğüm adam da orada fotoğraf çekiyordu. Telefonumla birkaç fotoğrafımı çektirdim. Üzerinde tüfeği olması dikkatimi çekti. O hemen oradan aşağı inerken ben devam etmek istedim. İleride bir tepe daha vardı, oraya da çıktım. Karşımda karlı bir dağa doğru giden uzun bir düzlük vardı. Ne kadar kuzey de olsa Eylül ayı olduğu için alçak yerlerde kar yoktu ama o tepede çok sert ve soğuk rüzgar vardı, şehrin etrafındaki dağlar şiddetli rüzgarları kesiyordu. İçimde o dağa kadar gitme isteği oluştu ve çok saçma bir şekilde karşıma kutup ayısı çıkma ihtimalini görmezden gelmeye çalışarak oraya doğru yürümeye başladım, hatta yürürken Svalbard'ın dağlarında "Bekledim de gelmedin"'in de dahil olduğu Türk sanat müziği şarkıları söyledim : ) Karşılaşmama sebebim sesimden ürkmüş olmaları mıdır bilemem ama muhtemelen uzaktalardı. Belki öz güvenimden korktular : ) Şuan tabi ki bunu yapmam ama o zamanki ruhsal durumum daha farklıydı. Hayatla bağlarım da pek kuvvetli değildi.
Bir süre sonra hava karardı ve geri dönmeye karar verdim. dağın ilk çıktığım tepesine döndüm, yorulmuştum, uzanıp biraz şehri izledim ve kuzey ışıkları fotoğrafı çekebilmek için kapalı olan havanın açılmasını umdum. Üşümeye başlayınca uzun sürmedi uzanışım. Artık aşağı inmem gerekiyordu. Bana hayata dair önemli dersler veren, zifiri karanlıkta dağdan aşağı inme tecrübem başladı.
Bastığım yerlerde üst üste duran büyük taşlar vardı, bazı taşlar kolayca kayabiliyordu. Her adımımı dikkatli basmam gerekliydi. Çok vakit harcamama rağmen fazla ilerleyememiştim, bu da acele etmeme, acele etmem de aşağı kadar düşme tehlikesi geçirmeme sebep oluyordu.
Ardından hedefe ulaşmak için hedefe değil, hedefe götüren bir sonraki adıma daha fazla odaklanmam gerektiğini fark ettim. Her bir sonraki taşa sabırla, hakkını vererek basmaya başladım. Bu aynı zamanda psikolojik olarak da iyi geliyordu çünkü aşağı yaklaşamamanın hissettirdiği başarısızlık yerine attığım her adımda beni motive eden küçük başarı hislerini yaşıyordum ve sanki o şekilde zaman daha çabuk geçiyordu. Ayrıca aşağı düşme tehlikesi de olmuyordu. Hedefe ulaşmamda beni en çok zorlayan engel psikolojikti.
Felsefi ve psikolojik düşünceler eşliğinde ilerleyerek sağ salim dağdan inebildim. Sonra otele gittim. Odamda dinlenmek istiyordum ama karnım da açtı. Otelin mutfağına girdiğimde Andrea ile tanıştım. Andrea Hırvatistan'da üniversite okuyan kızı için kızından çok uzaklardaki o otelde çalışan bir kadındı. Sohbet etmeye başladık, bana günümün nasıl geçtiğini sordu. "Dağa çıktım, ilerledim" falan deyince gözlerini açarak "Silahın var mıydı?" diye sordu. "Hayır" dedim, yine gözlerini açarak "YOU ARE CRAZYYYY!" diyerek, son harfini oldukça uzattığı bir tepki verdi :D Nedenini sorduğumda, dağa silahsız çıktığını söyleyen gördüğü ilk kişinin benim olduğumu söyledi. Her sene birileri kutup ayıları tarafından öldürülüyormuş. Benim çıktığım dağda önceki sene 2 kadına bir kutup ayısı saldırmış birini parçalamış, diğeri dağdan atlayarak kurtulabilmiş ama sakat kalmış. Önceki senelerde kamp yapan gençlere yetişkin bile sayılmayan bir kutup ayısı saldırmış tüfekleri olmasına rağmen o gençlerden biri öldürülmüş, diğer 4'ü de ağır yaralanmış. Anlattıklarından sonra olayın düşündüğümden de ciddi olduğunu öğrendim (6. günü tekrar o dağa ulaşmaya çalışmama engel olamadı). Kutup ayıları araba seslerinden korktukları için genelde şehre yaklaşmıyorlarmış ama aç oldukları zamanlar evlerin kapılarını, dolaplarını açıp yemek arayabiliyorlarmış...
Andrea adada bulunduğum sürece sohbet ettiğim, iyi bir arkadaş oldu. Kendisi Svalbard Adası'na aşık biri. Oranın sakinliğini, vahşi hayatın içinde oluşunu, insanlarını, Svalbard'a gelen maceraperest turistlerden gezdikleri yerlere dair hikayeler dinlemeyi seviyor. Andrea ile sohbetimizin ardından yemek yedim ve odama gidip yattım.
Svalbard Adası'ndaki 2. günümde ilk olarak karakola gittim. Eğer vize vermeselerdi adadan ömür boyu ayrılamazdım, zaten muhtemelen 1 hafta daha kalsam kutup ayılarına yaş mama olurdum.
Karakolda da Svalbard'daki her yerde olduğu gibi içeri ayakkabıyla girilmiyordu, çorapla dolaşıyordu herkes. Girip durumumu anlatıp vize istedim, bana ne kadar süreli vize istediğimi sordu polis. "İstediğim kadar süreli alabilir miyim?" dedim, "Evet" dedi. Keşke "50 yıllık almak istiyorum" diyerek şansımı deneseydim ama yolculuğum için yaptığım plan kadar sürelik vize istedim. Bir süre sonra vizeyi aldım, benim için güzel bir hatıra oldu Svalbard vizesi.
Adadaki son günüme kadar teker teker adadaki safarileri yapmaya başladım. İplerin elimde olduğu ve kendimi fazla kaptırarak köpeklerle son sürat gittiğimiz dog sledding, dinozor fosili bulma umuduyla katılıp milyonlarca yıl öncesine ait yaprak fosili bulmakla yetindiğim fosil avı safarisi, Dünya'nın en kuzeyindeki piyanoyu çaldığım [Çektiğim fotoğraflarından birini "My Deepest Dream" albümümün kapağını hazırlarken de kullandığım Krasny Oktyabr (Kızıl Ekim) isimli piyano] ve bana yaklaşan beyaz bir kutup tilkisi gördüğüm "Hayalet şehir" olarak anılan Pyramidden ve Nordenskiold buzulları safarisi. Bir de Kuzey Kutbu'nu keşfetmek için yola çıkıp hayatlarını kaybeden bilimadamlarının hikayeleri olan Spitsbergen Zeplin Müzesi var gittiğim, görülmeye değer bir müze.
Adadaki ilk günümde gördüğüm dağa ulaşmak içimde kalmıştı ve son gününde bunu denemeye karar verdim, sadece adadaki son günüm olmayabilirdi. Ama "keşke" demek istemedim. Bir kutup ayısıyla karşılaşmam üzerine "keşke" deme ihtimalim de vardı tabi ki.
Şehirden uzaklaştığımda içimde bana heyecan veren yoğun bir adrenalin olmaya başladı, uzaklaştıkça da artıyordu, bunu yaşamak hoşuma gitmişti o zamanlar (Daha yoğununu birkaç hafta sonra, kamera çantamın düşmemesi için çabalarken Paris Disneyland'deki bir rollercoaster'da yaşamıştım). Yoluma devam ederken yerde çok alakasız bir şekilde paslı bir inşaat demiri buldum, sonra kutup ayısı karşısındaki şansımı 1/932889235823... civarı bir oranda arttırmak için onu bir süreliğine yanıma aldım (sanki büyülü güçleri olan excalibur kılıcı benzeri bir şey almışım gibi hissettirdi bir an) ve yürümeye devam ettim. O paslı inşaat demiri özgüvenimi de o oran miktarında arttırmış oldu, en azından artık bir şansım vardı :D Kutup ayısı gördüğümde bilardo sopasıyla topa vurur gibi ya da Dede Korkut hikayelerindeki Basat'ın Tepegözü yenerken uyguladığı strateji gibi bana saldırabilecek bir kutup ayısını etkisiz hale getirmek aklımdan geçtiyse de elbette asıl amaç o demiri fotoğraflarıma malzeme olarak kullanmaktı, kutup ayılarını incitmem gereken bir durumla karşılaşmamış olmam da iyi oldu... Bir sorun çıkmadan oraya gidip fotoğraf çektim ve geri dönebildim. Akşama doğru dönüş yolunda Longyearbyen'e yaklaştığımda şehrin üzerinde müthiş bir gökyüzü vardı. Kamerayı bir taşın üzerine koydum ve zamanlayıcısını kullanarak fotoğraflarımı çektim. Elimde paslı inşaat demiri yerine bir kılıç falan olsaydı daha cool olabilirdi, elimdeki malzemeyle yetindim.
Artık Svalbard'daki günlerimin sonuna gelmiştim. Svalbard en hayran kaldığım yerlerden biri. Vahşi hayata saygılı, sıcakkanlı, herkesin tanımadıklarına bile selam verdiği, güleryüzlü ve maceraperest insanları olan bir ada. Fosil bakımından zengin ve geçmişine dair çok özel hikayeleri var. Yolu kuzey Norveç'e düşenlere Svalbard Adası'na uğramayı da düşünmelerini öneririm.
bottom of page